Dünyanın enerji gereksinimi sanayi devriminden bu yana eksponansiyel olarak artmıştır. Yaşam standartlarındaki gelişme, hızlı nüfus artışı ve gelişmekte olan ülkelerin sanayileşme sürecinde attığı her adım enerji tüketimindeki bu artışın daha da ivmelenmesine neden olmuştur. Enerji tüketimi modern toplumda günlük zorunlu gereksinimlerden biri haline gelerek sanayileşme derecesinin ve yaşam standartlarındaki iyileşmenin bir göstergesine dönüşmüştür. Ancak, yavaş yavaş ortaya çıkan ve gerçek anlamda yakın zamanda kavramaya başladığımız bir başka olgu, sanayi ve teknoloji toplumundaki her önemli gelişmenin bir yandan varolan problemleri çözerek yaşam standartlarının iyileşmesine katkıda bulunurken diğer yandan önceden öngörülmeyen daha ağır sorunları beraberinde getirdiğidir. Küresel ısınma ve ona bağlı iklim değişiklikleri ile radyoaktif atık sorunu bunun en önemli örnekleridir.
Gerçekte, sanayi devriminden sonra yakın zaman öncesine değin geliştirilen her yeni enerji sisteminin çevreye adeta bir öncekinden daha şiddetli ve daha yaygın zarar verdiği görülmektedir. Fosil yakıtlı enerji kaynaklarında sera gazı yayınımının yüksek olmasından kaynaklanan hava kirliliği, asit yağmurları, ozon tabakasında incelme, küresel ısınma ve iklim değişikliğine; nükleer enerjide özellikle Three-Miles Island ve Çernobil kazalarıyla doğan büyük zararların ardından gerçek anlamıyla kavranan radyolojik risklerin ve doğal ortamdan ve insanlardan mutlak şekilde yalıtılarak yüz binlerce yıl depolanması ve güvenle muhafaza edilmesi gereken radyoaktif atıklara ilişkin çevresel sorunlar giderek ağırlaşmaktadır. Gerçekte, günümüzde ağırlıklı olarak kullanılan enerji kaynakları ve sistemlerinde temiz enerji teknolojilerine doğru bir eğilimin oluştuğu görülmektedir. Fosil yakıtlı enerji sistemlerinde düşük karbonlu yakıtların kullanılması, yakıt içindeki karbon oranının ve yanma sonrasındaki yayınımın azaltılması doğrultusunda bir teknolojik gelişme söz konusudur. Küresel ısınma potansiyelinin önemi, düşük enerji ekonomisinden ziyade düşük karbon ekonomisine yönelik fikirlerin doğmasına neden olmuştur ve karbon gazlarının yakalanmasına ve tutulmasına yönelik teknolojilere yönelik çabalar enerji alanındaki araştırma geliştirme programlarının unsurlarından birini oluşturmaktadır. Bununla birlikte, düşük karbon stratejisinin en önemli bileşenlerini enerji tasarrufu ve yenilenebilir enerji kaynakları oluşturmakta, karbon gazlarının tutulmasına yönelik teknolojiler ikincil olarak değerlendirilmektedir. Nükleer enerjide ise, mevcut teknolojinin radyoaktif atık sorunu ve kaza riski nedeniyle doğal çevre ve insan sağlığı üzerinde yaratabileceği potansiyel zararların büyüklüğü bu teknolojiyi kullanan gelişmiş ülkeleri nükleer enerjiyi durdurma veya dondurma kararı almaya mecbur kılmış ve bu alandaki araştırma ve geliştirme programlarının bu sorunları hafifletecek veya ortadan kaldıracak ileri teknolojilerin veya devrimsel bir gelişimi simgeleyen yeni kuşak reaktörlerin geliştirilmesine ve atık idaresine yönlendirilmesi sağlanmıştır.
Gerçekte, başta “Termodinamiğin İkinci Yasası”na bağlı olarak her enerji sisteminin çevre üzerinde kendine özgü bir olumsuz etkisi söz konusudur. Bu bağlamda değerlendirildiğinde, yeni yenilenebilirlerde dahil olmak üzere çevre üzerinde hiç etkisi olmayan “mükemmel” bir enerji kaynağı yoktur. Bir enerji kaynağının çevresel etkisi, kişi başına ekonomik tüketimin, nüfus ve tüketilen her birimin çevreye verdiği zararı ifade eden teknoloji faktörünün çarpımı şeklinde sürdürülebilirlik denklemi ile tanımlanabilmektedir. Birim üretimin çevre üzerindeki etkisi, yani teknoloji faktörü ne kadar düşük olursa olsun, kişi başına tüketim ya da nüfus artışı kontrol altına alınmadıkça çevre felaketi ile sonuçlanması kaçınılmaz vahim etkilerin önlenmesi mümkün değildir. Ancak ne yazık ki, Ulusların enerji politikalarının tarihsel gelişimi, enerji politikalarına ilişkin önceliklerin belirlenmesinde, psikolojide insan gereksinimlerini betimleyen ünlü Maslow piramidine benzer bir hiyerarşik yapılanmanın söz konusu oldugunu göstermektedir. Maslow piramidi, insanların düşük mertebeli gereksinimler olarak adlandırılan yiyecek, barınma, ısınma, cinsellik ve sevgi gibi daha temel fiziksel ve duygusal gereksinimlerin kişisel gelişimlerine ilişkin yüksek düzeydeki gereksinimlere göre öncelikli olduğunu ifade etmektedir. Benzer şekilde, enerji ile ilgili gereksinimlere ilişkin öncelikler enerjiye erişim, arz güvenliği, enerji maliyeti, çevresel sorunlar, sosyal kabul edilebilirlik şeklinde belirlenen hiyerarşik bir yapı ile betimlenmiştir. Ancak, bu normatif bir hiyerarşi olarak değerlendirilmemelidir. Bu hiyerarşi bilimsel ve moral değerlere göre değil tamamen tarihsel gelişime ilişkin gözlemlere belirlenen bir betimlemeyi temsil etmektedir. Ancak böyle bir hiyerarşik yapının insanlığı, soyunun ve uygarlığının sürdürülebilirliği için mutlak bir tercih noktasına getireceği bilimsel yöntem ve etik ilkelerle bakıldığında açıkça gözükmektedir. Bu, hepimizin bireysel yaşamlarımızdaki öncelik sırasını değiştirmeye hazır olup olmadığımız konusunda kendimizle hesaplaşmamızı gerektiren gerçek anlamda “yaşamsal” bir olgudur. Gerçekte, insan ve diğer canlı türlerinin devamlılığının sağlanması için tek şans bu hiyerarşiyi tersine çevirmektir.
H. SAYGIN, “ENERJİPOLİTİK: Enerji, Gelecek ve Öncelikler”, Enerji, Yıl: 10, Sayı: 4, Sayfa: 23 (Nisan 2005).
from David Holmgren